Mütevazi Bratislava kendi başına gezilip, görülecek bir yer olmaktansa genelde Viyana’ya gitmişken görülen bir şehir. Bizim için de öyle oldu açıkçası. Viyana’dan yaklaşık 1 saatlik yolculukla Bratislava’ya ulaşabilirsiniz, üstelik ulaşım için tren, otobüs ve yazın tekne gibi farklı seçenekler de var. Bu kolaylığı değerlendirmeye karar verince sadece günübirlik bir gezi olacağı için planlı olmak adına şehirde ne yapılır diye araştırmaya başladım. Gördüm ki Bratislava’yla ilgili yazılarda insanlar şehri bir güzel gömmüşler. Oysa Bratislava, “Viyana’dan sonra Doğu başlar” sözünü haklı çıkarırcasına, bu kadar yakın olmasına rağmen bambaşka bir hava sunuyor ziyaretçisine. Avusturya ve Macaristan’ın tam ortasında olması nedeniyle farklı kültürleri, renkleri içinde barındırıyor.
Bratislava çok sevimli bir şehir ama tabii ki küçük, bu nedenle günübirlik bir gezi bence ideal. Saatleri daha uygun, fiyatı da daha ucuz olduğu için otobüsle gitmeyi tercih ettik. Tek yön 5 euroya Regiojet firmasından bilet aldık. Otobüsle ulaşım için dikkat edilmesi gereken iki nokta var. Birincisi, Viyana’da iki tane otobüs terminali var, biri Hauptbahnhof’un yanında, diğeri ise Erdberg’de. Otobüsün nereden kalktığına dikkat etmek lazım. İkincisi ise, Avrupa içinde sınırlar olmasa bile sonuçta başka bir ülkeye gidiyorsunuz ve pasaportunuzu yanınıza almanız gerekiyor. Pasaportsuz otobüse almıyorlar, gidişte kontrol yoktu ama dönüşte pasaportlarımıza baktılar.
Avrupa’nın doğusuna gittikçe tüm şehirlerde benzer bir yapı görülüyor, Bratislava da istisna değil. Şehrin ortasından geçen Tuna nehri, eski Bratislava ile Sovyet tipi çok katlı binaların bulunduğu kısmı ayırıyor. Otobüs bizi iki yakayı bağlayan Most SNP, nam-ı diğer UFO Köprüsü’nün önünde bırakıyor. Şehrin genel görüntüsüyle pek bağdaştıramadığım köprünün UFO kısmında bir gözlem terası ve oldukça pahalı bir restoran varmış.
Köprüye arkamızı dönüp Aziz Martin Katedrali’ne doğru yürümeye başlıyoruz. 14. yy’da inşa edilmiş Gotik katedral şehirdeki en dikkat çekici yapılardan biri. Katedralin arkasındaki dar sokaklarda kısa bir tur atıyoruz, her yerde restorasyon-renovasyon çalışmaları var. Belli ki Slovaklar da artık Orta Avrupa turizminin pastasından daha büyük bir parça kapmak istiyorlar.
Zevkli hediyelik eşyalar satan dükkanlara baka baka gezerken hedefimiz aslında hakkında çok iyi yorumlar okuduğum bir restoran. Modra Hviezda, kaleye çıkan yoldaki sevimli tarihi evlerden birinde geleneksel Slovak yemekleri sunuyor. Restoranın ortamı çok şirin, ev gibi. Denediğimiz fırında kestane ve balkabağı püresiyle servis edilen Mangalica ile patates krepleri ve yabanturpu sosuyla beraber gelen dana eti hem nefis hem de çok doyurucuydu. Slovak mutfağı neye benziyormuş diye merak ediyorsanız kesinlikle tavsiye edilir.
Restorandan çıkınca parke taşlarla döşenmiş yolu takip ederek kaleye varıyoruz. Dört köşesindeki gözetleme kuleleri bulunan, çatısı hariç bembeyaz boyanmış kale, katedralden sonra şehrin her yerinden görülen ikinci etkileyici bina. Tuna Nehri ve tüm Bratislava’nın ayaklarınızın altına serildiği muhteşem bir manzarası var. Kalenin içini gezmek paralı (6 euro, Kasım 2018 itibariyle), bizim içimizden gezmek gelmedi. Şehir merkezine dönüp soğuk ama güneşli havanın tadını çıkarmak daha çekici geldi.
Şehir merkezinde iki yanında rengarenk binalar sıralı daracık şirin sokaklardan ilerleyerek St Michael’s Gate’i görüyoruz. Burası 14. yy.dan kalan bir şehir kapısı. Kapıdan geçerek Hlavné Námestie, yani Büyük Meydan’a varıyoruz. Noel zamanı olduğu için burada da büyük bir pazar kurulmuş. İçinde envai çeşit şey satılan kulübeler Viyana’dakiler kadar şatafatlı olmasa da hem yiyecek içecek hem de hediyelerin çeşitliliği daha başarılı, üstelik burası yarı yarıya daha ucuz. Slovakya’nın Noel zamanı meşhur içkisi medovina, yani fermente edilmiş bal şarabıymış. Her yerde bundan satılıyor, vişne veya fındık gibi çeşitli aromalı olanları da var. Başka Avrupa ülkelerinde de tüketilen bu içkiyi İngiltere ve İskoçya’da honey mead adıyla içmiş ve bayılmıştım. Burada içtiğim ise aşırı tatlıydı, sanki bir bardak balı kafama dikmiş gibi hissettim. Sıcak şaraptan şaşmamak lazım.
Noel pazarından ufak tefek hediyelik eşyalar alıp gezmeye devam ediyoruz. Bratislava’nın piyasa caddesi Laurinská ve onu kesen birkaç sokakta birbirinden güzel kadınlar ve adamlar geziniyor, hafta içi ve gündüz vakti olmasına rağmen şık cafelerde keyif çatıyorlar. Bratislava’nın bu kısmı bana biraz Kadıköy’ü hatırlatıyor, oldukça cool bir bölge. İster istemez Bratislava’da öğrenci, özellikle de Erasmus öğrencisi olmak ne hoş olurdu diye düşünüyorum. Bir yerde kahve içsek diye bakınırken Urban House güzel dekorasyonu ve rahat koltuklarıyla bizi cezbediyor. Burada hem kahve, hem de şarap ve güzel kokteyller var. Uzun zamandır gittiğim en güzel cafe olabilir.
Laurinská aynı zamanda bir alışveriş caddesi, özellikle Urban House’un az ilerisinde cool takı, kıyafet ve ev eşyaları satan Slavica Design Store ve eğlenceli tshirtleriyle Kompot’u çok beğendim.
Bratislava’daki son durağımız, Art Nouveau tarzı ve bebek mavisi rengiyle dikkat çeken Mavi Kilise oluyor. Asıl adı Aziz Elisabeth olan kilisenin içi, dışı her yeri masmavi. Aslında kiliseye giriş serbest, hatta hafta sonları ayin veya düğünlere de katılınıyormuş ama biz gittiğimizde kapalıydı. Eski bir mahallede yer alan kilisenin yakınlarındaki birkaç okul binası da aynı tarzda tasarlanmış, ama uçuk pembe oldukları için bu kadar dikkat çekmiyor.
Gecenin karanlığında Viyana’ya dönmek üzere otobüs terminaline doğru yürürken, dişlerim soğuktan takır takır titriyor ama sokakların ne kadar canlı olduğunu, yaşamın birçok Avrupa şehrinde olduğu gibi akşam 5’ten sonra bitmediğini göremeyecek kadar da üşümüyorum. Evet, belki komşuları Orta Avrupa’nın güzelliğiyle meşhur şehirleri Viyana, Budapeşte, Prag kadar kültürel ve görsel zenginliğe sahip değil ama şirinliği ve sadeliğiyle bana iyi geldiği kesin.